Gezi Hareketi ve seçimler[1]
Gezi Ayaklanması’nın ilk haftalarından beri, hareketin seçimlerdeki tavrının ne olması gerektiği hararetle tartışılıyor. Konumlanışlar muhtelif ama, üç ana hattın ön plana çıktığı görülüyor. Bunların artıları olduğu kadar eksileri de var. Neyse ki bu üç ana hattın artılarını eklemleyen yeni bir yaklaşım mümkün.
En çok taraftar toplayan görüş, hem yerel hem genel seçimlerde hareketin bir adayı olması gerektiği. Bu görüşün bir çeşitlemesi de, hareketin AKP’yi devirebilecek güçteki bir partiyi desteklemesi. Şu ana kadar en belirleyici tartışmalar, bu adayın (ya da partinin) kim olacağı üzerinden yürütüldü.
İkinci bir görüş, seçimlerin yeni bir partinin inşası için zemin olarak kullanılması. Buradaki hedef AKP’yi alaşağı etmekten çok, demokratik, katılımcı ve müşterekçi değerlere (yani Gezi’nin ortak paydalarına) sahip çıkacak bir kitle partisi kurmak. Bunun Yunanistan’daki Syriza gibi hareketin dinamizmine dayanması, fakat aynı zamanda da solun mümkün olduğunca çok rengini ve örgütünü içeren bir parti olması bekleniyor.
Üçüncü ve anaakım kanallarda en az dile getirilen (oysa belki de hareketin ruhunu en iyi yansıtan) görüş ise seçimlerden, varolan partilerden, ve yerleşik örgütlerden uzak durulması. Hareket kendi öz-örgütlenmelerini, taban ağlarını kurmayı öncelemeli; doğrudan demokrasiyi parklarda yaşatıp, geliştirip yurt sathına yaymalı bu görüşe göre. Bu sesin formel kanallarda az duyulmasının nedeni, taşıyıcılarının zaten hakim kurumları aktif olarak reddetmesi ya da en azından bunları umursamaması.
Tüm bu yolların arkasında haklı kaygılar var. Klasik siyasete en yakın olan birinci hat, hareket seçimlerde (en azından) bir söz söylemezse, silinip gideceğinden endişeli. Siyasi başarının seçim yüzdeleriyle ölçüldüğü biçimsel demokrasilerde bu kaçınılmaz görünüyor. Sosyalistlerden sosyal demokratlara, oradan ulusalcılara ve başka renklere birçok destekçisi var bu görüşün.
Çoğunlukla sosyalistlerin savunduğu ikinci hat, uzun zamandır hakim siyasetin parametrelerine hapsedilmiş, ancak bunlardan rahatsızlık duyan, kendi sesini arayan geniş bir kitlenin varlığına dikkat çekiyor. Ulusalcılığı, darbeciliği, muhafazakarlığı ve liberal demokrasiyi aşan bir parti oluşturulmazsa, seçmenin bu seçenekler arasında tercih yapması gerekecek gibi. Dolayısıyla hareketin seçim “zafer”leri bile bu şer odaklarından birinin zaferine indirgenebilir.
2009’dan beri dünyayı sarsan isyan dalgasının (yer yer adı konulmamış, kendiliğinden) ideolojisi anarşizm (ya da onun türevleri, akrabaları). Anarşizmin kurumlara güvensizliği, üçüncü hattın ardındaki ruh hali. Bilinçli olarak anarşist, otonomist, ya da sol-komünist olmayan gençler arasında, “canım, CHP, BDP, vs. kazansa ne olacak, bunların hepsi aynı” umursamazlığı ile bir “kendiliğinden ideoloji” bu ruh hali. Türkiye koşullarında bir azınlık olan bilinçli anarşist, otonomist, ya da sol-komünistler ise, işi bir adım öteye götürüp, solun kitle partisinin bile bir çözüm olmadığını söylüyorlar. Yunanistan’daki Syriza deneyimi onları haklı çıkarıyor sanki.
Bu kadar farklı görüşün olduğu bir yerde, herkesi tatmin edecek bir seçim stratejisi oluşturmak herhalde mümkün değil. Yine de, üç hattın da temel kaygılarını karşılayan yeni bir yol önermeye çalışacağım.
Siyasi alanı kuşatmak
Hareketin önceliği aday belirlemek, destekleyecek parti saptamak, hatta parti kurmak bile değil, taleplerini ve duruşunu netleştirmek VE DE bu duruşu seçimlerde seslendirecek örgütlülüğü yaratmak olmalı. Bunun tek yolu parti kurmak değil. Yerel seçimler üzerinden bunun nasıl yapılabileceğini anlatayım.
İki ayaklı bir strateji izlenebilir. Hareket bir yandan forumlar aracılığıyla belediyecilik ve kentçilik hakkındaki taleplerini netleştirir. Her park bu konudaki duruşunu ortaya koyar.[2] Bu talep ve ilkeler parklar arasındaki koordinasyon mekanizmaları aracılığı ile bir metin haline getirilir.
Diğer yandan, harekete gönül vermiş kent uzmanları (Gezi’de bolca bulunan mimarlar, mühendisler, kent planlamacıları, kent odaklı avukatlar, vb.) varolan kentsel dönüşümün yerine ne tür projeler hayata geçirilebilir, bunu tartışırlar. Bu konuda birkaç proje taslağı oluşturulur.
Bu iki ayağın koordinasyonu da şöyle sağlanır: Parkların (rotasyona ve geri çağırılmaya tabi) temsilcileri, projeleri gözden geçirir ve forumlarda oluşturulan kentçilik ilkeleriyle bağdaşıp bağdaşmadığına karar verir. Kilit projeler (mesela Üçüncü Köprü yerine, İstanbulun trafik sorununa falanca çözüm) forumlarda tartışmaya açılır. Hatta mümkün olduğunca çok proje (zamanın el verdiği ölçüde) bu şekilde tartışılır.
İlkesel metin (ve ona birinci, ikinci, üçüncü, vb. ek olarak projeler) son bir kitlesel tartışma sonucu onaylanır. Ve bu noktada hareketin kapısını çalan aday ya da partilere sunulur. Yani adaya ve partiye gidilmez, “buyurun siz bize gelin” denilir. Böylece halk, adayların ve partilerin oyuncağı olmaktan çıkar, adaylar ve partiler (muhafazakarların deyimiyle) “hizmetkar” konumuna getirilir.
Hareketin kapısına gelen aday ve partilere, ancak ilke metnini ve projeleri kabul etmeleri durumunda oy verileceği açıklanır. Bir de, bu ilkelerin dışına çıktıklarında (ya da projeleri neden uygulayamadıklarını ikna edici şekilde açıklayamadıklarında) geri çağırılacakları uyarısı da buna eklenir. Adaylar ve partiler forumların beklentilerini karşılayamadıkları herhangi bir aşamada (kitlesel gösteriler kadar forumlarda alınacak kararlarla) geri çağırılır.
Yerleşik partilerin böyle bir akde razı olmamaları muhtemel. Bu durumda bir güzel teşhir olurlar. Kuramsal olarak bildiğimiz halk düşmanı konumları tescil olunur. Kabul ediyor görünüp yan çizmeleri de aynı etkiyi yaratır. Bir iki tane yerel teşkilatın böyle bir anlaşmaya gönül indirip, üstelik hakikaten elinden geleni yapması da (bu teşkilatların kadar) hareketin zaferi olur.
Bağımsız adayların böyle bir anlaşmaya razı olması daha olası. Ancak, yine stratejik olarak, (hükümet partisi dahil) her partinin (ve her yerel teşkilatın) bu metne ve eklerine imza atmaya davet edilmesi muazzam bir etki yaratır. Başlı başına bir mobilizasyon aracı olur.
Bu rotanın birçok teknik ve ideolojik zorlukla karşılaşacağı kesin. Örneğin, seçimleri ya da sandık karşıtlığını, partileri ya da formel siyaset karşıtlığını (veya kendi partisini) amentü haline getirmiş aktivistler nasıl ikna edilebilir böyle bir yola? Bu kadar farklılığımız varken, ve seçimlere az bir süre kalmışken, böyle bir platform nasıl bir araya getirilir? Metin ve ekleri kaç sayfayla sınırlanacak? Sonsuza kadar tartışma, hayalcilik, ya da aşırı pragmatizm gibi eğilimlerimiz nasıl törpülenecek? Ve saire.
Bu soruların teorik bir cevabı olamaz. Belki pratik içinde çözülebilirler. Ya da çözülemezler. Ancak kesin bir şey var: Biz seçimleri ve diğer mecraları hareketi yaşatmanın araçları haline getiremezsek, bu mecralar hareketi öldürecek. Ve kanaatimce şu ana kadar ortaya atılan seçim stratejileri, bu cinayete ön ayak oluyor.
Seçimler durağından katılımcı demokrasiye otobüs geçer mi?
Bu yol, üç hattın da temel kaygılarına cevaplar içeriyor. Tersten (yani anarşizan kaygılardan) başlayacak olursak, seçimleri ve parti örgütlenmesini fetiş haline getirmiyor. Hareketin kaderini bunlara bağlamıyor. Öz-örgütlenmenin her zaman düşüncelerimizin, planlarımızın merkezinde olması gerektiğini teslim ediyor. Ancak, “katıksız” bir anarşizmden farklı olarak, varolan kurumları bu örgütlenmelerin mutlak mezarı olarak görmüyor. Tam tersine, bu kurumların (dikkatli ilişkiler kurulduğu sürece) öz-örgütlenmeyi genişletebileceği savını ileri sürüyor.
İkinci hatta, belki de çatı partisi girişimlerinden ağzı yanmış birisinin aşırı şüpheciliğiyle yaklaşıyorum. Ancak son yirmi beş yıldır (en az üç tanesi çok ciddi olmak üzere) kaç çatı partisi girişimi bizi hüsrana sürükledi, düşünmeden edemedim. Yine de, bu hattın sahiplerinin de dile getirdiği gibi, eninde sonunda parti (ya da benzeri bir kurum) kurmak gerekebilir, en azından halkı varolan seçeneklere mahkum etmemek için. Sadece, bu yepyeni hareketi olduğu gibi böyle bir yöne sevketmenin çok üretken olmayabileceğini görmek lazım. Şimdilik ayaklanmanın dinamizmine güvenelim. Fakat, bahsettiğim yol, gelecekte böyle bir parti ya da kurumun kadrolarını hazırlamak için harika bir talim alanı olacaktır: şu anda düşünmemiz gereken yeni bir parti değil, siyasete ilk defa angaje olan geniş bir kesimin en verimli şekilde nasıl tecrübe edineceği. Yani bu yol, yeni bir parti girişimini şimdilik ötelemekle birlikte, bunun tohumlarını da atabilir.
Gelelim ilk kaygıya. Evet, seçimlerde hareketin bir sözü olması lazım. Eksik bir biçimsel demokraside dahi, seçimler ıskalanırsa bir yere gidilemez. Ama bahsettiğim yol izlenirse, seçimlere esir olmak yerine, (seçimlerin resmi sonucundan bağımsız olarak) hareket ve talepleri seçimlerden galip çıkar.
Tekrar genel plana dönelim. Taleplerin, duruşun ve projelerin ilkeler ve taslaklar şeklinde ifade edildiği (ve adayların bunlara tabi kılındığı) bir seçim stratejisi, bahsettiğim kaygılara ilaç olmanın ötesinde anlamlara sahip.
İstanbul gibi kilit belediyelerde böyle bir platform oluşturulması, seçimlerde yenilgi durumunda dahi hareketin ilkelerinin yayılması açısından olumlu bir gelişme sayılabilir. Olası bir zafer ise, yeni bir kentin (belki de ülkenin) kapılarını aralar.
Böyle bir çıkış, birçok insanı haklı olarak canından bezdiren, umutsuzluğa sürükleyen ve “yine mi ...” diye sorduran “Sırrı’ya mı vereceğiz, Mustafa’ya mı” tartışmalarından kurtarır bizi. “Bırakalım onlar düşünsün bize nasıl hizmet edeceklerini” noktasına getirir.
Hepimize bir kafa netliği, gönül berraklığı getirir bu hamle. Neyi niçin savunduğumuzu birbirimize ve herkese daha iyi anlatmamızı sağlar. Aslolanın seçimler değil, halkın (teknik olarak söylemek gerekirse, doğrudan ya da katılımcı demokrasinin organlarının) iktidarı olduğunu gür bir şekilde haykırırız. Seçimlerde yenilsek bile, ortak hedeflerimizi açık biçimde ortaya koymuş oluruz. Ve de bundan sonra büyüyerek, tartışarak, örgütlenerek, güçlenerek devam ederiz.
Yerel seçimlerde böyle bir stratejinin etkisi olduğunu görürsek, genel seçimler için (forumlar ve aktivistler arası tartışmalar yoluyla) bunun çeşitlemelerini üretebiliriz.
Eğer Gezi Direnişi bu ve benzeri araçlarla kalıcı kılınabilirse, 2009’dan beri birçok ülkede benzer talep ve yöntemlerle patlak verdikten sonra sönümlenen ya da (düşmanlarınca) el konulan ayaklanmalar için bir yol gösterici olacaktır.
Kısacası, bizim Türkiye’de (ufak çaplı ve parçalı da olsa) alternatifler üretmemiz, 1970’lerden beri dünyayı ele geçiren alternatifsizlik hastalığının panzehiri olabilir.
Seçimler deyip geçmeyin, siyasette her siper bir savaş alanıdır.
[1] Buradaki görüşlerin şekillenmesinde Yoğurtçu Forumu Aktif Politika Atölyesi’ndeki arkadaşlar, Aynur Sadet, Özgür Sadet, Erdem Yörük, Erol Aral, Ekin Kocabaş ve adını anamadığım nice Gezici büyük pay sahibi. Kusurlar, “çocukluk hastalıkları” ve öncü-vari sapmalar bana ait.
[2] Yoğurtçu Forumu Aktif Politika Atölyesi bir süredir burada önerdiklerimi çağrıştıran çalışmalar yapıyor, ancak bir atölyenin çalışmalarının bütün forum tarafından sahiplenilmesi, dönüştürülmesi ve yeniden tanımlanması elbette uzun ve zorlu bir süreç olacaktır.
[Bu makalenin orijinali T24`te yayımlandı.]